Facebok

12 Haziran 2014 Perşembe

AT SIRTINDA İLK GÜNLER

Köycük'ten nallar hariç çıktık yola. Dakika bir gol bir ufukta gördüğümüz bir eşşek anıra anıra koştu geldi yanımıza, nasıl tepki verir hayvanlar bilmiyoruz ki nerden çıktı şimdi bu eşşek! Bir anırma bir anırma, tırstım ben ama bizimkiler hiç iplemiyor bunu, iyi:) Erkekmiş. Benimkine yanaşır gibi oldu önce sonra Düldül'ün götünün dibinden takibe başladı. Kendini kabul ettirmeye çalışıyor sanırım, bizimki bir kaç defa çifte attı buna ama yok, inatçı hayvan gitmiyor :) Sonunda köyden koşan çocuklar geldi yakaladılar da kurtulduk:)







5 km sonra Kırgız'ların yaşadığı Ulupamir köyünde durduk. Afganistan savaşı zamanında, Özal döneminde gelen Kırgız'lar ile kurulmuş bu köy.  Burada nal çakabilen adamlar var diye öğrenmiştik.. Yardımcı olmak isteyen kişilerin dışında bizden korkan, çekinenler oldu, kaçakçı zannedildik ve sonuçta nalları çaktıramadan devam etmek zorunda kaldık..
Öğle yemeği için duracak bir yer yok yol üstünde. Bir bakkalın önünde durduk biz de atıştırmalık bir şeylerle idare edelim diye. Ev karşıda, gelin yemek yiyelim teklifi geldi hemen :) Küçük yerler böyle işte, insanı insanlıktan çıkartan 'şehir yaşamı' gibi değil..
İlk gün at sırtında 25 km geride bıraktık. Yukarı Işıklı köyüne vardık.  Yol kenarında ki çimlik geniş bir alana çadırı kuruyorduk ki etraftan biri sürü insan bağırmaya başladı.
Hey! Ne yapıyosunuz orada! Kimsiniz! Hatta, 'Orası sizin babanızın yerimi!! ' diye:) 
Sonra ne mi oldu?
Geldiler yanımıza, tanıştık, konuştuk ve akşam yemeğine misafir olduk:)
İnsanların birbirlerine ön  yargısız yaklaşması yaşadığımız devirde zor. Çok nadir karşılaşıyoruz öyleleriyle, kaybedilmiş çünkü, içimizden sökülüp alınmış o güzellik, yerini korku ve endişe doldurmuş. İlla bir etiket belirlemek zorundayız sanki karşımızdaki için ve bu etiket ne ise, ona göre muamele..
Halbuki ne güzel söylemiş Mevlana, ' Gel, ne olursan ol yine gel ' diye..

Buralarda görmenin cidden zor olduğu harika bir bahçe yapmış kendilerine Alparslan Abi ve eşi. El üstünde tuttular bizi.. Ertesi gün de evlerinde kaldık. İçlerindeki güzelliği çevrelerine yansıtmayı başarmışlar.
Atların malzemeleri ve çadır çantası içeride bahçe kapılarının hemen yanındaydı.. Sabah bir baktık çadır çantası yok olmuş. Sorup soruşturduk etrafa tam ümidi kesmiştik, Coşkun Erciş'e çadır satın almaya gitmişti ki çocuklardan aldık haberi. Meğer köyün delisi yürütmüş bizim çadırı! Gitmiş boş bir alanda kurmuş, yanına da almış bir kaç kişi kendi çaplarında eğleniyorlar:) Coşkun'u aradım hemen, zaten Erciş'te de burada çadır yok abi İstanbul'da bulursun demişler:) Neyse gittik geri aldık çadırımızı sorunsuz.
Madem bugün çıkamayacağız yola geç oldu nalbantı çağıralım Erciş'ten buraya da hallolsun şu iş bugün dedik ve ertesi  sabah artık eksiksiz Adilcevaz'a doğru çıktık yola.Van gölü kenarında bir söğütlüğün yanından ikinci ve artık at avrat sırtçantalı maceramız tam anlamıyla başlamış oldu!
Eski zamanlarda asılı kalmış gibi atlarımızla yavaş yavaş tüm Anadolu'yu baştan sona geçmeyi planlıyoruz. Her türlü doğa katliamına karşı durup, sesimizi evinden dışarı adım atamayan kadınlarımıza, esnafa, öğretmenlere, çocuklara, gencine, yaşlısına, karşımıza çıkan herkese duyurmak ve 'düşünmelerini' sağlamak, sistemin dışında bir yaşamın da  mümkün olabileceğini göstermek, en önemlisi söylediklerimizle değil, yaptıklarımızla örnek olmak istiyoruz insanlara ve özellikle çocuklara. Çünkü çok iyi biliyoruz ki çocuklar 'söylediklerinizi' değil 'yaptıklarınızı' uygular.. Tek bir kişide dahi farkındalık uyandırmak ya da tek bir çocuğun bile ufkunu genişletebilmek inanılmaz mutlu edecek bizi.



Yeri gelmişken yaşanmış bir hikaye anlatmıştı bize, yanlış hatırlamıyorsam Van'da Fatin Abi anlatmıştı, çok etkilenmiştim, yeri gelmişken size de anlatayım.
Van'ın Bahçesaray köyünde küçük yaşta bir kız kendinden 40 yaş büyük bir adamla evlendiriliyor.. Hamile kalınca durumu kritik olduğundan
' VAN'A sevk ediliyor. '
Doktorların küçük kızı görünce nasıl bu yaşta evlendirildin de hamile kaldın diye çaresiz isyanlarına karşılık kızın cevabı ne oluyor biliyor musunuz?
' DÜNYANIN bu kadar büyük olduğunu bilmiyordum abi! '
Yazarken bile gözlerim doldu:( Dediğim gibi, tek bir çocuğu bile etkileyebilirsek ne mutlu..

İlk günün ertesi inanılmaz bir hamlama ağrısıyla uyandık, bacaklar tutmuyor, iki büklüm yürüyorum! Neyse zaten o gün nalların yapılmasını için köyde kalmıştık, ertesi gün devam ettik ama ağrı hafiflemiş olsa da devam ediyor. Çok iyi biliyoruz ki böyle ağrılar yapılan işe devam ettikçe azalır ve biter. Aynen de öyle oldu. 4. günden sonra en ufak bir ağrı kalmadı, vücut ve kaslar alıştı at sırtında olmaya. Hep diyorum ya insan inanılmaz bir canlı, her türlü zor şartta yaşamaya adapte olabiliyor, tek engel beynimize işlenmiş sınırlar ve korkular, onları bastırabilirsek vücut zaten dünden razı doğasına uygun yaşamaya;)











Van gölü çook güzel. Ancak o da diğer tüm güzellikler gibi büyük bir insan baskısı altında. Sanki bilinmeyen bir güç ( ben ona karanlık taraf diyorum ) insanlara güzel gelen her yeri mahvetmek için her fırsatı değerlendiriyor. Bu gölün kenarındaki tüm dağlarda orman olduğunu düşünüyorsunuz ister istemez. Karşımıza çıkan iki ağaç türü vardı sadece. Her sulak arazide çıkan söğüt ve köylünün tarla sınırlarını çizmek için diktiği kavaklar. Bu kadar ağaç ne oldu? Hiç bir açıklama tatmin etmedi. Edemedi. Dönümler, hektarlarca alan bomboş. Sadece ot var. Buradaki ormanların köklerini kurutmuşlar. Fidanlar yetişmesin diye böcek musallat etmişler. Buna rağmen Van gölü yer yer çöplü ve kirli suları olsa da çok ama çoook güzel. Buraya göl değil deniz demeleri boşuna değil. Tam anlamı ile bir deniz. Çünkü geçmişte buralarda olduğunu düşündüğümüz bunca ormanlık, yeşil alan ancak bu kadar büyük bir mavilikle tamamlanabilirdi. Bu tabloyu çizen çook güzel çizmiş. Tahrip etmiş olsak  da hala o büyüsünden izler var. Tıpkı bütün tahribata rağmen güzelliğine hayran kaldığımız tarihi eserler gibi.

Yukarı Işıklı köyünden çıktığımız ilk gün Adilcevaz'a varacağımızı düşünmüştük. Yaklaşık 70 km bir yol görünüyordu önümüzde. Ama ancak 20 km yapabildik ve günün batmasına daha çok varken gölün kenarındaki koruluğun güzelliği büyüledi bizi. Atların otlaması için de güzel bir nokta. Ateş yakmak için de bir sürü kuru dal var. Tek bir ağaç bile ne kadar muhteşem. Hiç bir işe yaramayacağı düşünülen bu söğüt ve kavakların gölgesi altında, dallarının ateşinde ısındık. Gece yağmur bizi ve atları yıkadı. Bu kadar açık bir havada nasıl yağmur yağdığını anlamak mümkün değil. Her karşılaştığımız kişi Bitlis deresini geçinceye kadar soğuk ve yağmurdan, hatta doludan kurtulamazsınız diyordu. Bakalım gökyüzü bize nasıl davranacak..





Ertesi gün önümüzde 50 km var. Koyduk kafaya öyle 9-10 da yola çıkmak yok, erken kalkan çok yol alır diye boşa dememişler kesinlikle! Sabahın ilk ışıkları ile çıktık yola. Erkek atı yüklerken çok sorun yaşıyoruz bu ilk günlerde. Alışık olmadığı için korkuyor ve kaçıyor. Çantaları benim kaldırmam mümkün değil, bana göre çok ağırlar o yüzden Coşkun kaldıracak ben atı kontrol edicem mecburen ama yok, olmuyor! Coşkun, hareket ettiğinde sadece gemi çek yeter dese de bir türlü tutamıyorum hayvanı, kurtuluyor elimden, çok güçlü.. Sırf bu kontrolü sağlamaya alışmak 1 haftayı aldı sanırım, bezdik artık ama sonunda o da ben de alıştık birbirimize :)
Hızımızı çoğunlukla hayvanların keyfine göre ayarlıyoruz. Çünkü Kınalı biraz hızlı yürüyüce sanki havalı taş kırma makinesi çalışıyormuş etkisi ile sarsıyor. Düldül bu etkiyi biraz daha hızlanınca yaratıyor. Sonra sonra öğrendik ki koy götüne rahvan gitsin... ne demekmiş ;) Elimize aldığımız inceden 2 dal yetti yola gelmelerine.

Neyse öğle yemeği molasını atları otlattıktan sonra su verebileceğimiz bir benzincide verdik. 24 saat vardiyasız, orada uyuyarak çalışmak zorunda olan bir genç.. Adaletsizlik her yerde ama buralarda seçenek de olmadığından daha beter durum.. Çaya boğdu bizi sağolsun sonra vergi memurları da katıldı bu ikrama. Anlatıyorlar burası şöyle, böyle, neden gelişmiyoruz vs.. Gariptir bu şekilde sohbete oturduğumuz pek çok kişi hiç susmayacak gibi konuşuyor. Neyse sonra öğrendik ki Adilcevaz'ın girişinde bir sitede oturuyormuş. Hani bu talan sisteminin öncüsü olan kooperatif binalarında. O kadar doğadan dem vuran adam böyle bahçe içinde, bağlık, bostanlık bir ilçenin en boktan binasında otursun, dediğine göre sırf eşi apartman dairesi istediği için...
İlçeyi tam olarak baştan başa geçtik. Buradaki insanlar bir insanın yapabileceği en güzel bahçeleri yapmışlar. Tam da o filmlerde, kitaplarda bahsedilen hayal gibi onlarca bahçeler ve içinde evler düşünün. Her yer ceviz, türlü türü yemiş ve meyve ağaçları ile kaplı. Ancak halkı kapalı görüşlü ve oldukça tutucu. Tıpkı yaşlı bir ceviz ağacı gibiler. Tek başlarına bahçelerinin ortasında kendi kendilerine takıldılar. Ne biz onlara iliştik ne de onlar bize.


 
Adilcevaz'a geldiğimizde çok acıkmıştık ve hemen ilçenin ortasındaki küçük ev yemekleri yapan yere kapağı atıp atları da onun önündeki direğe bağlayıp yemeğe giriştik. Buralarda etsiz yemek bulmak imkansız gibi. İyi ki yoğurt, pilav ve salata üçlüsü her yerde var:) 
Çadır kurmak için yer sormak şart. Çünkü her yer sahipli burada. Karakol'un yanından geçerken kapıda duran bir polisle görüştük. Hemen yan tarafta boş bir alan var. Çadır kurabilir miyiz diye sorduk, özel mülk dedi, iyi sahibinden izin alalım evi gözüküyor bahçenin ilersinde galiba dedim. İzin verse de olmaz, emniyet çevresinde kuramazsınız. Ben anlamıyorum cidden anlamıyorum.. Herkes keyfine göre davranıyor yok bir standart bizde.. Aklıma Gürcistan'da bizi görüp burası güvenli olmayabilir gelin karakolun yanında kurun çadırınızı diye taşımıştı bizi polis, bir de kendi ülkemizde karşılaştığımız muameleye bak..
Neyse ilerledik biz de bir adam denk geldi. Belediyeye ait boş bir arazi gösterdi. Bol da ot var. Kurduk çadırı oraya. İki gün Adilcevaz'da kaldık.
Semerlerin üzerindeki minder ölmüş durumda, benimkinde sadece ince bir battaniye var zaten, Coşkun minder almaya gitti ve bildiğin iki koca 'yastık' ile döndü:) Hadi bakalım küçükken yastık üstüne oturmayın yara olur derlerdi bize, şimdi test zamanı ;) Biraz blog ile ilgilenip enerji depoladıktan sonra da düştük yine yollara.
Hedef dört nala Ahlat!
Yola çıktıktan 10 dakika sonra bir anda hava karardı rüzgarla birlikte yağmur geldi. Atlar da rüzgara verdi götlerini, kımıldamadan beklediler şiddeti geçene kadar. Hep birlikte bir güzel ıslandık ve yola devam :)











Gök kuşağı ile birlikte Ahlat'a vardık. Buralar çok ama çok güzel hele Van şehrinden sonra cennet gibi geliyor. Ahlat taşı ile yapılmış göl kenarında bahçeli evlere baka baka geçtik Ahlat'ın içinden. Herkese selam veriyoruz, herkes de bize.. 
Çocuklar arkamızdan bağırıyor, koşuyor :) Eskiden köylere otomobil gelince olay olur, herkes peşinden koşarmış, şimdi ise atları görünce şaşırıyorlar! Karşılaştığımız 50 yaşlarında bir abi dedi;

'Daha dün gibi hatırlıyorum köye gelen ilk otomobili görünce nasıl da korkup kaçtığımı! '  :)
Nerden nereye, nasıl bu kadar hızlı değişebiliyor her şey, nasıl izin veriyoruz..





Artık atların dilinden de anlıyoruz. Yemek saatini onlar da biliyor biz de, aynı şekilde su saatini de. Ama tımarlarını eksik bırakıyoruz galiba, yanlış bir şeyler var ama dur bakalım.. Ahlat Selçuklu zamanında başkent olan ve baştan sona Ahlat taşı ile süslenmiş güzellik abidesi bir ilçe. Taş,  şehirlere şeklini ve rengini vermiş senelerce ama bunu şimdilerde gören göz pek yok gibi. Yeni binaların çok azında kaplama var..
Yolda karşılaştığımız biri çadırı Selçuklu mezarlığında kurun, orası hem yeşillik hem de çok güzel dedi. Neyse girdik Selçuklu mezarlığına ama ne mezarlık. Şu ana kadar gördüğümüz en büyük mezarlık. Binlerce mezar Ahlat taşından yapılmış ve geçmişten geleceğe ölülerden mesajlar taşıyorlar sanki.















Mezarlığa girmeden ön tarafta uygun bir yer var ama görevli anlayışlı bir adam çıkmadı ne yazık ki, polis çağırdı biz inat edince ve tıpış tıpış yürümek zorunda kaldık yine bir kimlik kontrolünden sonra.. Pılımızı pırtımızı toplayıp gördüğümüz ilk yeşilliğe çadırı kurduk. Tam bir şeyler yiyeceğiz, nevaleyi hazırladık oturduk başına ki yine bir siren sesi,  polislerle birlikte mahalle ahalisinden iki kişi başımızda. Durumu anlattık. Bir gece kalıp yarın sabah Nemrut dağına çıkacağız dedik ve ikna ettik. Tabi yol boyunca GBT ye bakan polis ve jandarma sayısı buradan İstanbul'a köprü olur ama onlar da GBT baktılar yine. Neyse gittiler, biz de yemeğimizi yedik ve tam uyuma moduna geçtik bu sefer polislerin yanında duran mahalle ahalisinden bir çift ellerinde sıcak çayla dayandılar çadırın kapısına :)

Müsaade var mı? Gelin lütfen burası soğuktur, eve geçelim.

Zor ikna ettik bu karanlıkta çadırı toplayıp gelmenin zor olacağına ve ÜŞÜMEDİĞİMİZE! Herkesin ilk itirazı ama nasıl kalıyorsunuz dışarıda, olmaz, mümkün değil, üşürsünüz şeklinde :) Kardeş Himalaya'larda, karda, kışta, soğukta da kaldık, malzemelerimiz var üşümüyoruz diyoruz ama yurdum amca ve teyzelerine bunu anlatmak yemin ediyorum at sırtında yolculuk yapmaktan çok daha zor ;)
Neyse çaylarımızı içtik ve sabah kahvaltıya geleceğiz sözünü vererek vedalaşıp uykuya daldık.
Sabah çadırı toplayıp damladık evlerine. Bu hazine hikayesini geçene kadar anamdan emdiğim süt bir yerimden geldi. Sürekli muhabbeti siz hazineci misinize getirmeler. Haritalardan bahsetmeler. Neyse biz hazineci değiliz ve sadece at ile Türkiye turu yapıyoruz. At, avrat, sırt çantası dedik ve düştük yollara işte harita marita yok bizde diye güzelce anlattıktan sonra Nemrut'a gideceğimizi söyledik. Onlarda Tatvan'a kadar gitmenize gerek yok. İşte şuradan sağa sapın o yol sizi Nemrut krater göllerine kadar götürür dedi ve başladık yine dıgıdık dıgıdık yol almaya :) 

Not: Henüz at üzerindeyken ok atma, kılıç sallama ve en önemlisi rahatça fotoğraf çekebilme seviyesine gelmediğimiz için fotoğraf sayısı az :) Zamanla artıyor, bilginize ;)

Coşkun & Emine

Hiç yorum yok :

Yorum Gönder